27 Kasım 2010 Cumartesi

Bendim O.


Giriş:

 

Zamana dair sözüm yok. Akılda kaldığına inanmadığım kavramlara yorulmak zamanı da değil. Şu vakit eski bir hesaba dem vurur bir gururla itiraf ederim ki varlığım bir o kadar da yok. Eleştiririm kendimi en az dil'im kadar mümkün olduğunca küfrediyorum hiç bir şeye inanmadığım kadar. Varlığıma laf ettirmem yanlış anlamayın düşündüğüm kadar yine de varım ama yemişim özü olmayan insanların düşünüyorum diye kapladıkları alanları... Sözün özü iki cümlede hasat edemem kendimi daha o kadar yetişmedim ama bir kaç kelime bazen yeter insana. İşte bütün tepkilerimle bir yola garg olmuş giderken bir Eskişehir akşamında hafifçe eylemlerimi başa sarıp aramaya koyuluyorum kendimi. Yukarılardan izliyordum hayatımın her anını. Fakat ne kadar yükseğe çıkarsanız o kadar zordur aradığınızı bulmak. Karelere artık daha çok insan sığar çünkü. Artık ne fark ederdi ki teknoloji ya da hala evrilmenin verdiği insanlıktaki derin sancı. Ben aradıklarımı en başından itibaren görebiliyor ve duyabiliyordum. Ne de olsa istediğime kavuşmuştum. En azından o an yaptığım eylemin sonuçlarıydı bu. Hiç merak etmeyin benden başka kimse anlatmayacak. Anlatamayacak çünkü bu durumu.

 

Gelişme:

 

Yolda yürürken buldum kendimi hemen o andan önce, sonra başladım takip etmeye. Ne kadar sakin, umursamaz bir halim vardı. Etrafımdan onlarca insan geçiyor ben ise sadece başım önümde yolu takip ediyordum. Elimde belki yakmayı bile aklımdan geçirmediğim sigaram, kıvrımsız bir yol bulmuş, şehrin bile farkına varmadan yürüyordum ağır sessiz adımlarla. Ne kadar sıkıcı görünüyordum, kafamı bile kaldırmazken kimlere çarpıyordum, ne önemi vardı ki. Hatırlanmak hiç derdim olmadığı gibi belli ki unutulmak ihtiyacım da vardı. Fakat insanların yüzünden takip etmek gerekirdi bu şehri, bunu ilk gün fark etmiştim. Yüzünü görür görmez unutacağınız insanların doğuştan mı gelir yoklukları, buraların havası hep bu kadar acımıydı?

 

Sormuyordum, sadece temposuna hiç dokunmadan kontrol halindeydim adımlarımın. Çizgilere basıyordum, kaldırımları zıplayarak geçmiyordum, arada bir kafamı kaldırıyordum ama gördüğüm hiçbir şey yoktu. Nasıl alışırdım güneşe hele de bu şehirde. Etraf alabildiğine sarıydı, o karede o kadar net fark ettiğim tek şeyde buydu zaten. Sadece alışılmış çizgilerim belliydi yüzümde, kollarım vücudumdan bağımsız gibiydi, ağırlaşan adımlarım kimseye sorgusuz sualsiz, ileri zorlaşan ivme ve ben o yolda en belirsiz adamdım ve bu kadar huzur bağımsızı olmamalıydı o sokakta kimse. Sonra birden durdum etrafıma bakındım, daha tanıdık kapılar ve yollardı etraftakiler, o kadar uzun süre yürümüştüm ki sadece bakarak, görmeden. Yolun karşısına geçtim, dar bir sokağa girdim. Binalar renksiz, önüme düşeceğini sandığım sarı ışığı bile sürmüyorlardı yüzüme. Ama tek farkla, artık aralıksız kaldırıyordum kafamı. Daha da yavaş yürüyordum.

 

Yaşlı, sokakta yaşadığı belli olan bir kadın geldi yanıma ateş istiyordu. Gözlerinden başka bir renk yoktu yüzünde alabildiğine maviydi ve derin kırışıklıklarının arasında tek belirgin kısımda buydu. Elimdeki sigarayı uzattım ona ve o an fark ettim yanmayan sigaramı. Bağırarak, küfrederek döndü arkasını, arada bir geriye dönüp yüzüme bakıyordu pek hoşuma gitmeyen o renkle. Bir an düşündüm; siyah beyaz olsaydı o kare, büyük ve çapraza eğilmiş binalar üstümde, ortalarında ben, sigarayı uzatmış ve küfreden o mavi kadın uzaklaşırken yanımdan. Nasılda kapatırdı yüzündeki maviyi ve aslında sevdiğimi sandığım ama o gün tenime iğneler gibi batan sarıyı.

 

Sonuç:

 

Binamın kapısını açtım içeri girmeden çatının kenarında hafifçe süzülen ve hep aynı duran açık maviye takılırım sandım, Fakat çok geçti ve gökyüzüne bakacak gücüm tükenmişti. "En azından şu sigarayı içseydim keşke" ama duvarların bile gereksiz geldiği o gün belli ki sigara yeterince siyah beyaz değildi. Aynı şeyleri göremiyordum, hiçbirinde istediğim yerde değilken karelerin içinde ve tek istediğim kapalı renklerken, solduramıyordum açık sarı ışığı ve koyu maviyi ve istediğim gibi süremiyordum binaları, basamıyordum toprağa. En sevdiğim renge o sahipti ve elimde istediğim o iki rengin arasındaki tek şeydi o. Bazen kan kırmızı bazen o kare. Bana yarayacak tek şeyse inatçı bir güzdü, ben üşüyecektim o griye çalacaktı hayatı, ben üşüyecektim ve biraz daha kestirme gelecekti yolları. Kışın başka bir anlamı yoktu. Bir o kadar uğraşırken her şeyle, ben sadece kalabalıkların yüzüme vurduğu sahipsizliğin rengini kabullenmek istemiyordum. Haklıydım belki de. Kim bilir durduramadığım tek şeyi yakabilirdim istersem. Yakarcasına girdim ev kapısından içeri. Yüzümü çevirdim utanırcasına. Bakmadan hiç aynaya yaşım belirsiz. Döndüremiyordum ve istediğim renkler değilken dünyam körde olamıyordum.

Banyoya uzanan yol ne kadar uzun ve dardı ama hızlıca belki hiç nefes almadan geçilebiliyordu da. Her ne kadar istemememde işte aynanın karşısındaydım. Hep merak ettiğim bir soğukluk tutuyordum ellerimle. Kimisine belki de çok sıcak gelmiştir kim bilir? Hazır kurtuluşu bugün güzde buluyorsam en soğuğunu da tutsam jiletin hiç kavgam olamazdı bu hisle fakat geçen her an hissizleşiyordum ve artık çok yorgundum. En tepeden bakmak isterdim bazen, artık oluyordu. hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan herşeyi görerek en yukarılara çıkmak çok heyecan vericiydi. Kendimi hazırlamıştım zaten alabildiğine yükselmeye fakat bir an her şey değişti o an renkleri boğarken buldum kendimi. Maviydim, sarıydım ve siyahtım ve beyazdım. Bendim hepsi ve artık, ben hariç herkesti etraf.